O zaman onu orada bırakamayacağımı anladım. Başkasının yaptığı gibi onu terk etme düşüncesi kabul edilemezdi. Çitin ipini çözdüm ve Max'i nazikçe arabama götürdüm. Bir an tereddüt etti, sonra arka koltuğa atladı ve çilesi bittiği için rahatlamış gibi iç çekerek oturdu. Arabayı sürerken, dikiz aynasından Max'e bakmadan edemedim. Rahatlıyor gibiydi, gerginlik azalırken gözleri kapanıyordu. Ailesini, onları bu yürek burkan karara iten koşulların ne olduğunu merak ettim. Belki de zor zamanlar geçirmişlerdi, imkânsız bir seçim yapmak zorunda kalmışlardı. Ya da belki de Max'i yanlarına alamadıkları için bir şeyden -veya birinden- kaçıyorlardı. Gün bulanık bir şekilde geçti, düşüncelerim Max'in geçmişinin gizemiyle doluydu. İş yerinde konsantre olmakta zorlandım, aklım terk edilmiş köpeğin görüntüsüne ve gözlerindeki hüzünlü bakışa kayıyordu. O akşam eve döndüğümde, Max beni karşılamak için oradaydı; sanki yeni bir hayatın sularını sınar gibi, kuyruğunu çekingen bir şekilde sallıyordu. İlerleyen haftalarda Max rutinimin bir parçası, varlığı rahatlatıcı bir sabit haline geldi. Her gün kişiliği hakkında daha fazla şey keşfediyordum; sopaların peşinden koşma sevgisini, ayaklarımın dibine kıvrılma eğilimini ve bana güvenerek ve güvende hissederek yaslanışını. Max'in ailesine ne olduğunu ya da onu neden o ıssız otoyolda bağlı bıraktıklarını asla öğrenemedim. Ama zaman geçtikçe, Max'in çözülmesi gereken bir gizemden çok daha fazlası olduğunu fark ettim. Dayanıklılığın ve güvenin bir hatırlatıcısıydı, en beklenmedik koşullarda oluşan bir bağdı. Onu yanıma alarak sadık bir yoldaş kazanmış, karşılığında ona yeni bir başlangıç şansı vermiştim. Zarfın içindekiler ilk başta kalbimi durdursa da, sonunda beklenmedik bir yoldaşlık ve umut yolculuğuna yol açtı ve bana bazen en ıssız yerlerde hayatın bize tam da ihtiyacımız olan şeyi getirmenin bir yolunu bulduğunu öğretti.